Akademiden Endüstriye, Çalışmalarıyla Fark Yaratan Bir Bilim İnsanı İskender Yılgör

Akademiden Endüstriye, Çalışmalarıyla Fark Yaratan Bir Bilim İnsanı İskender Yılgör
  • 30.01.2025

Röportaj : Gamze Ünal

Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İskender Yılgör, bilimden ve araştırmalarından aldığı güçle, endüstride birçok soruna özgün ve pratik çözümler getirmiş, ülkemizin en değerli
ve endüstride en aktif akademisyenlerinden biri. Röportajımızda onu bilim dünyasına taşıyan yaşam yolculuğundan, ülkemizde üniversite-akademi iş birliğinin ne durumda olduğuna kadar pek çok konuda görüşlerini aldık.

Öncelikle çocukluğunuzdan hatırladığınız anılarla başlamak isterim…

Mersin’de bahçeli büyük bir evde doğdum ve büyüdüm. Bahçemizde portakal başta olmak üzere çeşitli meyve ağaçları vardı. Anneannem ve dedemin evleri de aynı bahçede idi. Babaannem ve halam bizim evde yaşardı. Biz 6 kardeşiz ve en büyük benim. Büyürken tüm ailenin bir arada olması hoş bir ortamdı. Dedem manavdı, o nedenle bahçenin bir tarafında da sebze yetiştiriyorlardı. Bahçemizin sulamasını haftanın belirli günleri Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’in de romanlarında anlattıkları üzere herkesin ortak kullandığı su arkının yönünü belirli bir süre bizim bahçeye çevirerek yapardık. Ağaçlara tırmanırdık, meyve ve sebze toplardık. En sevdiğim şeylerden biri dut toplamaktı. Geçenlerde yeğenlerime “Bahçenizde dut ağacı var, siz hiç dut ağacına çıkıp dut topladınız mı?” diye sordum. Tabii ki toplamamışlar. Ağaçlara çıkmak kolaydı, ama inmek daha zordu. Onun için bir strateji geliştirmeniz gerekirdi. Maalesef bugünün çocuklarının böyle bir şansı yok.

O zamanlar Mersin’de çok az araç vardı. O nedenle sokaklar çocuklarındı ve ben de sokakta oynanabilecek her türlü oyunu oynayarak büyüdüm. Değişik oyunlarda bunu nasıl daha iyi yaparım, oyunu nasıl kazanırım diye değişik stratejiler geliştirmeniz gerekliydi. Yazları çok sıcak olurdu, o nedenle Gözne’ye yaylaya çıkardık. Orada doğayı öğrendik. Haftada birkaç kez kardeşim ve arkadaşlarla birlikte sabah evden çıkar, çevredeki dağları dolaşır, yeni yerler keşfederdik. Yanımıza yemek için bir şeyler alırdık. Dağda yolunu kaybetmemek, su ve yiyecek bulabilmek için etrafı dikkatlice araştırmak ve öğrenmek gerekliydi. O nedenle nerede pınar var, nerede yabani meyve ağaçları var hepsini ezberlemiştik. Bazen yılan, akrep gibi doğanın parçası canlılarla karşılaşırdık ve bunlarla nasıl başa çıkacağımızı bilirdik. Günümüzde anne babaların çocuklarını dağlarda bu şekilde dolaşmaya bırakması sanırım düşünülemez. Yukarıda belirtmeye çalıştığım üzere çok hoş ve renkli bir çocukluğum oldu diyebilirim. Çocukluk deneyimlerimin akılcı planlar yapmak, risk almak, strateji geliştirmek gibi konularda kariyerime çok olumlu etkiler yaptığını düşünüyorum.

İlköğretim hayatınıza dair neler söyleyebilirsiniz?

İlkokulu Cumhuriyet İlkokulunda okudum. Okul evimize yaklaşık 1 kilometre uzaklıktaydı ve okula yürüyerek gider gelirdik. Suna Arkun adlı çok iyi bir sınıf öğretmenimiz vardı. Diğer öğrencilerden farklı olduğumu görünce benimle daha çok ilgilendi ve bu benim gelişmemi çok olumlu etkiledi. Babam profesyonel fotoğrafçıydı. Mersin’de lise olmadığı için ortaokuldan sonra eğitimine devam edememiş. Ama Atatürk’ü görmüş ve halkevlerinde eğitim almış. O nedenle bizim her bakımdan çok iyi bir eğitim almamızı isterdi. İlkokulu bitirdikten sonra Akdeniz Koleji’ne gittim. Sınıflar küçüktü, öğretmenler çok iyiydi, İngilizce eğitimi çok yoğundu. Küşade Turunç adında ABD’de yüksek lisans yapmış bir İngilizce öğretmenimiz vardı. Ortaokulu bitirdiğimde İngilizceyi tamamen öğrenmiştim. Bu benim hayatımı çok olumlu etkiledi.

Ortaokulda beni çok seven bir matematik öğretmenim vardı. Adı Osman Çağlayan’dı ve sanırım Köy Enstitüsü mezunu idi. Ayrıca o zaman müfredatta bulunan Ticaret dersimize de girerdi ve ben o dersi çok severdim. Okulda liseliler de olmasına rağmen ben orta ikinci sınıfta iken Osman Bey bir gün bana dedi ki “Okulda bir kooperatif kuracağız ve onu sen yöneteceksin!”. Kooperatif ortağı olarak yaklaşık 100 öğrenci 10’ar lira sermaye koydu. Bir kırtasiyeci ile anlaştık ve gerekli malzemeleri aldık. Okul bize küçük bir kulübe verdi. Orta ikinci sınıfta orada öğrencilerin ihtiyacı olan kalem, silgi, defter, kağıt, vs. gibi şeylerin satışına başladık. Teneffüste herkes oynarken biz kooperatifte satış yapar ve akşamları bir şirket muhasebesi tutar gibi satışları deftere geçirirdik. Sanırım yevmiye defteri, mal defteri, demirbaş defteri vs. gibi 5 değişik defter tutardım. Yıl sonunda ortaklara 10’ar lira kar payı dağıttım! Bu bana çok şey öğretti. Daha sonra babamın da bütün defterlerini ben tutmaya başladım.

Toros Koleji’nde ilk gün

Lisede Toros Koleji’ne geçtik. Zira Akdeniz Kolejindeki öğretmenlerimizin çoğu, Osman Bey ve Küşade Hanım dahil Toros’a geçmişlerdi. Sınıfımız 15 kişilikti. Orada da çok iyi bir eğitim aldım. Ortaokul ve lisede dersler bitince babamın fotoğrafçı dükkanına yardıma gidiyordum. Benden sonra bunu diğer kardeşlerim de yaptı. Dükkanı silip süpürürdüm, fotoğrafları kurutur, kenarlarını keser, numaralardım. Müşteriler geldiğinde fotoğrafları teslim eder, gerektiğinde karanlık odada babama yardım ederdim. Babam olmayınca bazan fotoğraf da çekerdim. Arada da ödevlerimi yapar ders çalışırdım. Dükkanda filmleri ve fotoğrafları banyo etmek için farklı ilaçlar hazırlamak gerekirdi. Babam elimize formülleri verirdi, onların hepsini ben hazırlardım. Karanlık odada en sevdiğim şey hiposülfit banyosunun içerisine bakır 5 ve 10 kuruşları atmak ve bunların gümüş ile kaplanmasını izlemekti. Tüm bu deneyimlerin de kariyerime çok olumlu etkisi olduğu kanısındayım. Çünkü müşteri veya ziyaretçi olarak çok farklı kesimlerden gelen insanlarla tanışma, görüşme ve iş dünyasını deneyimleme fırsatım oldu. 1968 yılında Toros Koleji’ni birincilikle bitirdim ve ilk mezunu oldum.

Kimyaya olan ilginiz nasıl başladı?

Babamın dükkanına gelen doktor çok arkadaşı vardı. Bu doktorların tahlillerini yapan bir biyokimya laboratuvarını yöneten Zühtü Ungan adında bir aile dostumuz benim kimyacı olmamda en etkili olan kişidir diyebilirim. Zühtü Amca çok entelektüel bir insandı ve bilimin çok önemli olduğuna inanırdı. Onun laboratuvarına gider kendisini izler, sorular sorardım. O zamanlar elektronik cihazlar olmadığı için her şey basit aletlerle yapılırdı. En sofistike alet mikroskoptu. Yaptığı deneyleri izlerken sorduğum sorulara ayrıntılı yanıtlar verir, o da bana sorular sorardı. Kimyacı olmama yol açan nedenler bunlardır.

ODTÜ sınavına girerken sadece Kimya Bölümünü işaretledim ve yüksek bir puanla kazandım. Hazırlık okumadan Ekim 1968’de birinci sınıfa başladım. Her şey çok iyi giderken 6 Ocak 1969 günü okulumuzu ziyaret eden ABD büyükelçisi Komer’in arabası Rektörlük önünde yakıldı ve ondan sonra eğitim hayatımız tamamen değişti. Üniversite uzun süreli kapandı ve sonraki 4 yılda hiçbir dönem zamanında başlamadı ve bitmedi. Buna rağmen1968 kuşağı olarak ODTÜ’de aldığım Kimya Eğitimi mükemmeldi. Kanımca o zaman ODTÜ dünya çapında bir üniversite idi. Mezun olduktan sonra pek çok arkadaşım gittiği halde ben Doktora için ABD’ye gitmeyi hiç düşünmedim. Yüksek lisans çalışmalarıma Polimer Kimyası alanında Prof. Bahattin Baysal ile başladım. Onun kurduğu ODTÜ Polimer Araştırma Enstitüsü polimer ile ilgili hemen her konuda bilimsel araştırma ve iş birliği yapan genç öğretim üyelerinden oluşmakta idi. Laboratuvar olanaklarımız çok iyiydi, her konuda dersler alıp kendimizi geliştirebiliyorduk. O nedenle Enstitü çok başarılı oldu ve pek çok bilim insanı yetiştirdi. Şu anda Türkiye’de öyle donanımlı bir grup yok ve hemen herkes kendi başına çalışıyor. 1968 Kuşağı ve ODTÜ’lü olarak eğitimin yanı sıra sosyal ve kültürel olarak da çok farklı deneyimler yaşadık ve öğrendik. Bunların hepsi kişiliğimizin gelişmesine çok önemli katkılarda bulundu.

Amerika’ya gitme kararını nasıl verdiniz?

Doktora yaparken ODTÜ Kimya Mühendisliği Bölümü’nde okuyan eşim Emel (Özgören) Yılgör ile tanıştım. Doktora sonrası genç bir bilim insanı olarak ODTÜ’de Yardımcı Profesör olarak çalışmaya ve derslere girmeye başladım. Her şey yolunda gidiyordu ama 1980’lere doğru ülkemizde politik ve ekonomik sıkıntılar artıyordu. Bu doğal olarak bilimsel çalışmalarımızı da etkiliyordu. Örneğin laboratuvara malzeme almak ya da bozulan bir aleti tamir ettirmek bile pek mümkün olmuyordu. O sırada eşim Emel Kimya Mühendisliği’nden mezun oldu, evlendik ve 1980 Mart sonunda bir-iki yıllığına Virginia Tech’e araştırma çalışmaları yapmak için Amerika’ya gittik. Virginia Tech Polimer Grubu 1977 yılında birbirini tamamlayan ve birlikte çok uyumlu çalışan 3 hoca tarafından kurulmuştu. Bunlarda Jim McGrath organik kimya ve polimer sentezi, Tom Ward fizikokimya ve karakterizasyon ve Garth Wilkes mühendislik ve polimer morfolojisi alanlarında çalışıyordu. Kısacası polimer ile ilgili tüm alanlarda araştırma yapılıyordu. Öyle olunca büyük resmi görebiliyordunuz. 1980-1985 arasında Amerika’daki en iyi polimer laboratuvarlarını gezdim ve ODTÜ Polimer Enstitüsünün bunlarla eşit seviyede olduğunu gördüm ve doktora konusunda verdiğim karardan çok mutlu oldum. Virginia Tech’te araştırma ortamı motive edici ve ilham verici idi. Eşim de araştırma yapıyordu. İstediğimiz her çalışmayı yapabiliyor, her toplantıya gidebiliyor ve çok şey öğreniyorduk. Öğrenmeyi keyif haline getirmiştik. Bu sebeple aslında 2 sene kalır geri döneriz diye düşünürken ODTÜ’den istifa edip bu süreyi uzatmaya karar verdik.

TÜBİTAK ödül töreninde

1985 yılına geldiğimizde Virginia Tech Polimer Grubu dünyanın en iyi gruplarından birisi olmuştu. Başından beri dikkatimi çeken ve merak ettiğim en önemli konulardan birisi birlikte çalıştığım Prof McGrath’ın engin görüşü, çok geniş bilgisi ve problemlere önerdiği çok sayıdaki pratik çözümlerdi. Bunun nedeninin Prof. McGrath’ın 17 yıl endüstride çalıştıktan sonra akademik hayata atılması olduğunu öğrendim. Bu ülkemizde hiç gözlemlemediğim bir durumdu. Bu sebeple 5ci yılın sonunda Türkiye’ye dönmek yerine Amerika’da endüstride çalışmaya karar verdim. Özellikle küçük bir firmaya giderek hem araştırma hem üretim hem de yönetim tarafında deneyim kazanmak istedim. Kaliforniya Berkeley’de eşimle birlikte Thoratec firmasında ben Araştırmadan Sorumlu Genel Müdür yardımcısı, Kimya Mühendisi olan eşim de Süreç Geliştirme ve Üretim Müdürü olarak göreve başladık. Thoratec’te çok çalıştık, çok şey öğrendik ve benzersiz deneyimler kazandık. Bunların en önemlisi laboratuvarda geliştirdiğimiz 50-100 gram ölçekli malzemelerin pilot üretim aşamasından sonra ticari ölçekte üretilmesi ve başarılı ürünler olarak pazarlanması idi. Thoratec’te çalışırken bir Goldschmidt adlı bir Alman firması geliştirdiğimiz silikon ve poliüretan teknolojileri ile ilgilendi ve eşimle bana Hopewell, Virginia’daki fabrikalarında bu konularda bir Ar-Ge merkezi ve üretim tesisi kurmamız için iş teklifinde bulundu. Bu teklifi kabul ettik. Ayrıca firma Thoratec’te geliştirdiğimiz bazı teknolojileri de satın aldı. Bu ürünlerin hepsi şu anda Goldschmidt’i satın alan Evonik firması tarafından ticari olarak piyasaya sunulmaktadır. Berkeley ve Hopewell’deki yaklaşık 10 yıllık endüstriyel deneyimimiz bizlere çok şey kattı. Polimer konusunda ticari pek çok problemi öğrendik ve bunlara bilimsel araştırmalar sonucunda çözümler ürettik veya üretmeye çalıştık. Tüm bu deneyimlerin Koç Üniversitesinde verdiğimiz eğitime ve yaptığımız araştırmalara da çok büyük katkıları oldu.

Sonrasında sizleri Koç Üniversitesi Kimya Bölümünün kurucu hocaları olarak görüyoruz…

Goldschmidt’te çalışırken Amerikan Kimya Cemiyeti’nin 1993 ilkbahar kongresine katılmak için San Diego’ya gittik. Uzun yıllardır tanıdığımız arkadaşımız Prof. Burak Erman da oraya gelmişti ve bir akşam yemeği sırasında Burak bize “Türkiye’de Koç Üniversitesi adında yeni bir üniversite kuruluyor; onun Kurucu Dekanı Atilla Aşkar benim sınıf arkadaşım. Ben orada çalışmaya başlıyorum. Ama ben teorik çalışıyorum siz ise deneycisiniz, siz de gelin Kimya Bölümünü birlikte kuralım” dedi. Birkaç ay sonra ATAS’ın (Association of Turkish American Scientists) Washington’da her sonbahar yaptığı bir toplantıda Koç Üniversitesi Rektörü Prof. Seha Tiniç ile tanıştık, bilgi aldık ve sonrasında Dekan Prof. Atilla Aşkar ile New York’ta Empire State Binasında bir görüşme yaptık. Attila Bey görüşmemizde üniversitenin hedeflerini, vizyonunu anlattı. 1994’ün yazında gelip üniversiteyi ziyaret ettik ve eşim Emel ile Türkiye’ye dönmeye ve Koç Üniversitesi’nde çalışmaya karar verdik. Burada sıfırdan başlayarak öğrenci ve polimer araştırma laboratuvarımızı kurduk. Yeni kampüse geçtikten sonra da DPT’den aldığımız 10 Milyon dolar destek ile Yüzey Teknoloji Araştırma Merkezini (KUYTAM) ve Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nü kurduk. Laboratuvarların kurulmasında özellikle eşim Emel’in çok büyük katkıları oldu. Milli Savunma Bakanlığı’ndan 1996 yılında “Soğuk iklim giysilerinin Türkiye’de üretimi” konulu çok büyük bir araştırma projesi aldık. MSB’nin yurt dışından aldığı bir malzemeyi Türkiye’de ürettik ve patent aldık. Çok parlak ve meraklı öğrencilerimiz vardı. Lisans aşamasında laboratuvarda onlarla çalışmaya başladık.

Üniversitenin ilk yılları hakikaten çok güzeldi. Yılbaşı yemeklerine Koç ailesinin üyeleri; Vehbi Bey, Rahmi Bey, Semahat Hanım, Suna Hanım, Sevgi Hanım katılırdı ve hepsi ayrı masalarda hocalarla otururdu. Bunu hem hocalarla tanışmak hem okulla ilgili kendi hedeflerini anlatmak, hem de hocalardan okulun gidişatıyla ilgili bilgi almak için yaparlardı. Okulu çok ciddi bir şekilde sahiplenirlerdi. 1995’teki yılbaşı yemeğinde Vehbi Bey bizim masamıza geldi ve “Dünyanın bir ucundan işinizi gücünüzü bırakıp buraya geldiğiniz ve benim adıma güvenip risk aldığınız için sizlere teşekkür ederim” dedi. “Ben okuyamadım, lisan bilmem ama çok büyük işler başardım. Gençlerimiz daha başarılı olsun istiyorum. Ben bu üniversitenin dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olması için ne kadar maddi destek gerekirse vermeye hazırım” dedi. Ailenin duayeniyle yaptığımız bu konuşmalarımızı hiç unutamadık. Bu bizim için hala en önemli motivasyon kaynağıdır. Türkiye’ye döndükten sonra yüzlerce öğrencinin hayatına dokunduk. Onların birçoğu Amerika’ya gidip doktora yaptı. Hepsine aynı şeyi söyledik: “Doktora sonrası endüstride çalışmadan Türkiye’ye dönmeyin!”. Pek çoğu bunu uyguladı ve çok başarılı oldu. Bir kısmı Türkiye’ye döndü bir kısmı dünyanın değişik yerlerinde kariyerlerine başarılı olarak devam ediyorlar.

Bilimsel çalışmalarımız ile ilgili şu ana kadar iki kitap ve yaklaşık 150 bilimsel makale yayınladık, 20 civarında uluslararası patent aldık. Yurt içi ve dışında çeşitli ödüller kazandık. Bunların en önemlilerinden birisi 2003 Yılında aldığım Tübitak Bilim Ödülüdür.

Vatech Poly şirketi yöneticileriyle

Üniversite-Endüstri iş birliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Koç Üniversitesi’nde çoğu ABD ve Avrupalı firmalar tarafından desteklenen, inovatif ürün odaklı araştırma projeleri yaptık ve katma değeri yüksek, özgün ticari ürünler geliştirdik. Bu çalışmalar ile ilgili bilimsel yayınlar yaptık ve patentler de aldık. Bir üniversite laboratuvarında 5-10 gramlık deneylerle başlayan bilimsel araştırma projelerinin nasıl başarılı ticari ürünlere dönüşebildiğinin örneklerini vermiş olduk. Türkiye’de olsak bile bilgiye dayalı özgün ürünler üreten firmalar problemlerini çözmemiz için bizi buldu. Bununla ilgili yeni bir örnek vereyim. Birkaç ay önce Çin’den aldığım bir eposta mesajında “Biz Çin’in en büyük spor ayakkabı üreticisiyiz. Eski makalelerinizi okuduk ve orada yaptığınız bazı polimerleri kullanarak ayakkabılarımızın performansını artırabiliriz diye düşündük. Bize yardım edebilir misiniz?” diyordu. Ülkemizdeki firmalardan da bu gibi tekliflerin gelmesi etkin üniversite-endüstri iş birliği için gerekli.  Görebildiğim kadarı ile kimya endüstrimiz bilgiye dayalı özgün ve katma değeri yüksek ürünler geliştirmek yerine daha kolay ve risk taşımayan ürünlere odaklanıyor. Bunun bir nedeninin endüstriyel Ar-Ge gruplarının sürekli ve etkin bilimsel yayın ve patent taraması veya araştırması yapmaması olduğunu düşünüyorum. Bu kısır döngüyü değiştirebilmek için etkin bir Üniversite-Endüstri iş birliği sistemi oluşturmak gerekiyor. Zira ancak bu şekilde özgün ve yenilikçi ürünler geliştirebilmek mümkün olacaktır. Önceleri ülkemizde etkin bir endüstri-üniversite iş birliği olmamasının nedenini üniversitelere yeterli finansal proje desteği vermedikleri için endüstride arıyordum. Maalesef sonradan fark ettim ki üniversitelerimizde de bu tür projeleri yapabilecek gruplar da pek yok, zira genelde takım çalışması yerine bireysel çalışmalar yapılıyor. Karmaşık endüstriyel problemleri çözebilmek için üniversitelerde değişik konularda geniş katılımlı araştırma gruplarının veya enstitülerin kurulması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’deki eğitimle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Eğitim ailede başlıyor. Şu anda aileden ve toplumdan alınan eğitim oldukça yetersiz gibi görünüyor. Ben geniş bir ailede büyüdüm. Dedelerim, ninelerim, annem, babam, halam ve dayım bizlerle çok ilgilendi ve hepsinden değişik şeyler öğrendim. Terbiye ve eğitimim orada başladı. Yukarıda anlattığım üzere, gittiğimiz okullarda da sınıflar küçüktü, öğretmenler iyi eğitimli, çok bilgili ve bizlerle yakından ilgiliydi. Ortaokul ve lisede fen ve sosyal bilimler ağırlıklı oldukça yoğun bir eğitim aldık. Bu da kişiliklerimizin oluşmasında çok etkili oldu. Az sayıda üniversite vardı ama kalite yüksekti. Üniversiteden mezun olanlar çok iyi bir işler bulabiliyordu. Şu anda bunların hepsi çok farklı. OECD’nin ortaokul ve lise eğitiminin kalitesini ölçmek için yaptığı PISA sınav sonuçları yıllardır çok kötü. Bunların olumsuz sonuçlarını üniversiteye gelen öğrencilerde görüyoruz. Bunların değişmesi gerekli. Güney Kore, Çin, Singapur ve Tayvan bunları yaptı ve çok başarılı oldu.

Genç akademisyenlere ya da akademisyen olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Öncelikle sürekli öğrenmeyi bir yaşam tarzı haline getirmeleri gerekli. Doktorayı Türkiye’de yapıyorlarsa bitirdikten sonra dünyanın en iyi üniversitelerinden birine gidip post-doc yapmaları önemli. Dünyada bilim insanları ne düşünüyor, nasıl çalışıyor, öncül araştırmalar nasıl yapılıyor, bunları görüp öğrenmeleri gerekli. Mümkünse endüstride bir süre çalışıp, alanları ile ilgili gerçek sorunları ve bunları aşmak için geliştirilen özgün ve yenilikçi bilimsel çözümleri görmeleri de çok yararlı olabilir. Akademide çoğu insan yapılmış bazı çalışmaları biraz geliştirip yayın yapmaya odaklı çalışıyor. Ben kariyerim boyunca yayın yapmak için araştırma yapmadım. Bilinmeyeni öğrenmek ve bunu insanların yaşam kalitesini yükseltmek için yaptım. Çok sayıda yayın yapmak yerine kaliteli, evrensel araştırmacıların ilgisini çeken ve uygulamaları olan yayınlar yaptım. Amerika’daki hocam “Kimsenin ilgisini çekmeyen makale çöp gibidir ama ismin ilelebet orada kalacaktır. Çöp yazacaksan hiç yazma!” derdi. Genç akademisyenlerin başarılı olmak için çok geniş bir bakış açısına sahip olmaları, İngilizceyi çok iyi konuşup yazmaları, sürekli okumaları ve yeni şeyler öğrenmeleri ve bireysel çalışmak yerine kendi araştırmalarını tamamlayıcı konularda çalışan kişi ve gruplarla ortak çalışmalar yapmaları gerekli diye düşünüyorum. Çok teşekkür ederim.

Yazıyı Paylaş