Röportaj: Gamze Ünal
Ebru sanatını çağdaş bir yorumla yeniden şekillendiren, "Barut Ebrusu" tekniğiyle sanat literatüründe yer edinen ve gerek Türkiye'de gerek dünyada ebru denince akla gelen ilk isim olan Hikmet Barutçugil ile Turkcoat için özel bir sohbet gerçekleştirdik. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından "Yaşayan İnsan Hazinesi" ödülüne lâyık görülen Barutçugil, aynı zamanda London School of Economic Science tarafından iki kez "The Best of the Best" ödülünü kazanan ilk ve tek Türk sanatçı.
Bu röportajda ebru sanatının tarihsel kökenlerinden Barutçugil’in geliştirdiği yenilikçi tekniklere, ebrunun yaşam alanlarındaki kullanımından sanatın geleceğine dair vizyonuna kadar birçok farklı konuyu keşfedeceksiniz.
Literatüre “Barut Ebrusu” olarak geçen ebru türünü bulan Hikmet Barutçugil, gerek Türkiye’de gerek dünyada Ebru sanatı denince akla gelen ilk isim olma özelliğini taşıyor. London School of Economic Since tarafından 2 kez ‘’The best of the best’’ ödülüne layık görülen ilk ve tek Türk sanatçı olan Barutçugil ile Ebru sanatı, kendi teknikleri ve ebrunun günlük yaşamdaki kullanımlarıyla ilgili bir sohbet gerçekleştirdik.
Ebru sanatında sanatçının bir aracı olduğu fikri, sizi nasıl etkiliyor ve eserlerinize nasıl yansıyor?
Ebru ve bazı diğer Türk ve İslam sanatlarını incelerken Batı sanatlarından farklı estetik kurallar üzerinde
kurulu olduğunu öncelikle anlatmak isterim. Çok kısa özetleyecek olursak batı sanatları göze hitap
eder, İslam sanatları gönüle hitap eder. Gönül kelimesinin batılı hiçbir dilde karşılığı olmadığı için batılı
anlamda izah etmek oldukça zordur. İslam sanatlarının özünde ilahi güzellik arayışı vardır. Yaratılmış
güzellikleri taklit ederek yaratana yaklaşmak gibi bir fikir etrafında toplanır.
“Barut ebrusu” tekniğiniz nasıl bir yaratıcı süreç dâhilinde ortaya çıktı?
Ebru’ya ilk defa yazı sanatına heves ederek başladım. Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenciyken talebesi olduğum yazı hocam Emin Barın’ın teşvikleriyle yazı sanatına büyük bir ilgi duydum. Yazının çok üst düzey bir sanat olduğunu onun sayesinde fark ettim. Öğrenmek, geliştirmek için neler yapabileceğimi hocama sorunca beni Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderdi. Orada eski yazı örneklerini incelerken bazılarının kenarlarında boyalı kağıtlar gördüm. Nasıl bir şey olduğunu
çözemedim ve sorduğumda dedi ki o ebrudur, su üstünde yapılır. İşte o an içime bir aşk düştü ve ebrunun ne olduğunu araştırmaya başladım, yıl 1973.
O yıllarda ebru sanatı maalesef kaybolmak üzereydi. Elime nasıl bir su geçtiyse nasıl bir boya geçtiyse suyun üstünde yüzdürüp görüntüler elde etmeye çalıştım. Fakat çıkan görüntülerin hiçbiri daha önce yapılan ebrulara benzemiyordu, bununla ilgili herhangi bir yazılı kaynak ya da bir usta da yoktu o yıllarda. Fakat içimdeki bu Ebru ateşi asla sönmedi, devam ettim.
Daha sonra fark ettim ki mikroskobik ve teleskobik görüntülerde ebruda elde ettiğim görüntüler zaten
tabiatta var. Buna 1987 yılında Royal College of Art’ ta (Londra) açtığım bir sergide BARUT EBRU adı verildi. Ancak eski tarz ebrunun nasıl yapıldığı ile ilgili merakım geçmedi, araştırmalarım devam etti ve 17 yıl süren kitap çalışmam sonunda RENKLERİN SONSUZLUĞU adlı ilk kitabım Türkçe ve İngilizce olarak yayınlandı. Hayallerin peşinden koşmanın, ısrarla çalışmanın mükafatını gördüm.
Geleneksel sanatları ‘çağdaş’ yorumlarla birleştirirken karşılaştığınız en büyük zorluk neydi?
Ebru geleneksel zanaatlarımızdan biri, yaklaşık 500 yıllık bir tarihini biliyoruz. Bu zaman içinde fazla bir
tekâmül göstermemiş, benzer şeyler yapılmış, bunlara sanat diyemiyoruz, benzerleri aynıları yapıldığı sürece bu işin adı zanaat oluyor. Sanat olması için daha evvel denenmemiş yapılmamış bambaşka bir şey olması lazım. Ebru deyince bir boyalı kâğıt ya da bir lale olarak anlamamalıyız, ebru bir ana sanat dalının adıdır.
Resim gibi heykel gibi müzik gibi bir ana sanat dalının adı. Farsça kökeniyle ab-ru kelimesinden geliyor
ki bu su yüzü demektir. Daha önce yapılmamış Barut ebruları her yenilik gibi tabii ki tepki ile karşılandı. Tarihin başından beri bu sistem hiç değişmedi. Yapılan eleştiri ve hakaretlerin hiçbirine itibar etmedim. İnsanlarla, olaylarla ilgilenmeyi uzun yıllar önce terk ettim ve sadece yeni fikirler ve kavramlarla uğraşmaya gayret ettim. Hak bellediğim yolda önceleri yalnız da kaldım ancak yaratılışın sırrının tekâmül olduğuna inandığımdan asla vazgeçmedim. Sonunda da gördüm ki, sanatta başarı teşekkür, taktir, ödül, tebrik değil, sanatta başarı taklittir. Eğer birileri sizleri taklit etmeye başlıyorsa demek ki o iş oturmuştur. Bu arada Güzel Sanatlar Akademisinde gördüğüm temel sanat eğitimi, resim bilgisi, renk, kompozisyon gibi bilgiler ebru sanatıyla birleşti ve uluslararası müzelerde yer almaya başladı.
Londra’daki çalışmalarınız ve akademik eğitiminiz sırasında ebru sanatıyla ilgili görüşlerinizde
nasıl bir değişim yaşadınız?
Yurt dışında öğrendiğim en önemli değişimim ve idrakim, ‘’uluslararası olmak, önce ulusal olmaktan geçer’’ oldu. Romen ve Grek estetik kurallara dayalı eğitimimin ne kadar yabancısı olduğumuzu ve onlarla asla yarışamayacağımızı, taklitten öteye gidemeyeceğimizi anlamak olmuştur. Batıda Türk kâğıdı ile bilinen ebru ile uğraşmamın ne kadar önemli olduğunu fark ettim.
Günlük kullanım ürünlerine ebruyu taşımak gibi yenilikçi adımlarınız oldu. Bu projelerle ilgili unutamadığınız bir deneyiminiz var mı?
Bir sanatı yaşatmak için onu yaşamak gerektiğine inanıyorum. Günlük kullanım alanları içerisinde değerlendirebilirsek tanıtır ve yaşatırız. Müzelerde, özel koleksiyonlardaki sanat eserinin ilgilileri ne yazık ki az. Resim sadece tuvale yapılır ya da heykel sadece mermerden yapılır diyemezsek, ebru da sadece kâğıda yapılır diyemeyiz. Doğru boyar madde, uygun malzeme kullanıldığında ebrulanmayacak yüzey yoktur.
Ahşap, seramik, mum bile ebrulanabilir. Yaptığım en büyük projelerden biri de asıl mesleğim olan tekstili ebru tekniğiyle kumaşlarla birleştirmek oldu. Alanya’da bir otelin bütün perdelerini orijinal ebru yaptık, yaklaşık 8000 metre kumaşı ebruladık.
Ebristan İstanbul Ebru Evi’nin kuruluş hikâyesini paylaşır mısınız? Bu mekânın, gelecek nesil sanatçılar üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
1992 yılında Amerika’da San Francisco’da uluslararası bir ebru kongresi düzenlendi. International Marblers Gathering başlığı altında, katılmak ve açılış konuşmasını yapmak üzere davet ettiler. 302 kişinin katıldığı kongrede tek Türk bendim. Sıra dışı bir şeyler yapmak için altı ay kadar düşündüm. Sonunda ‘İslam Sanatlarının Estetik İlkeleri’ başlıklı bir makale hazırladım.
Konuşmada ebrunun görünmeyen tarafı ile ilgili kısımlarını, ilahi güzellik arayışlarını anlattım. Çok ilginç karşılandı, birçok insan yanıma geldi, ‘Ebruda bir şey vardı ama biz ne olduğunu bilmiyorduk. Sen onu bize çok güzel anlattın.’ dediler ve bir TÜRKİYE odaklanması oldu. Çünkü, ebrunun Türk kâğıdı adıyla batıya gittiğini biliyorlar. Dolayısıyla, böyle bir toplantının bundan sonraki yerinin İstanbul’da olacağını düşündüm. 1997’de gerçekleştirdim. O yıllarda da Üsküdar’da tarihi bir ahşap ev satın almıştım. İstanbul’da bir ebru evinin oluşması, sanatın ana vatanında hakkıyla yaşaması fikri doğdu. Bunun üzerine ‘Ebristan İstanbul Ebru Evi’ adıyla bir kuruluş gerçekleştirdik. 1996’dan beri bir eğitim
merkezi, atölye ve galeri niteliğinde devam ediyor. Bu günlerde bir Ebru müzesi olması için çalışmalara
başladık.