Bu yıl Koç Üniversitesi’nde 18.si düzenlenen NanoTR Konferansı’na katılırken heyecan duyduğumuz, tanışmayı, röportaj yapmayı umut ettiğimiz isimlerden biri Princeton Üniversitesi’nde Kimya ve Biyoloji Mühendisliği profesörü olan İlhan A. Aksay’dı. Türkiye’de başlayan yolculuğu, dünyanın en prestijli üniversiteleri ile devam edip Princeton Üniversitesi’ne kadar uzanan Aksay, ‘Duayen Akademisyenlerimiz’ yazı dizisi için de harika bir başlangıç oldu. Prof. Dr. İlhan A. Aksay’la, bilimin ışığında geçen hayatını ve gelecekte bizi bilimsel alanda nelerin beklediğini konuştuk.
İlhan Bey internette akademik yaşamınızla ilgili pek çok bilgi mevcut. Ama ben sizin çocukluğunuzu, nasıl bir ailede büyüdüğünüzü, örneğin ilkokul yıllarınızı merak ediyorum.
Ben İstanbul, Beykoz’un Paşabahçe Mahallesi doğumluyum. Küçük bir evde doğdum, büyüdüm. Benden 6 ve 8 yaş büyük iki ablam, annem ve babamla beraber çok huzurlu bir aile hayatı içinde büyüdüm. Evdeki tek haberleşme aygıtı ufak bir radyoydu. Evin arka bahçesinde civcivler ve tavuklara bakmak, sahildeki balıkçılardan balık almak, balığı kasapta temizlettikten sonra fırında pişirtmek, ve Ramazan aylarında aynı fırından pide almak benim görevlerimdi. Sokaklarda top da oynadım. Çocuklarım ve torunlarım, bu tür yaşamı görmediklerinden, doğduğum, büyüdüğüm yeri merak ediyorlardı. Haziran ayında onlarla gelip doğduğum evi bulduk. İçinde oturanlarla konuştuk. Böylece kendi ailemin de bu evi görme fırsatı oldu. Paşabahçe İlkokulu’nda okudum. İlkokul öğretmenim İhsan Hakçıgil’i hiç unutmam.
Haziran 2024’te Beykoz Paşabahçe’deki doğum yerine aileyle birlikte ziyaret.
İlkokul öğretmeni İhsan Hakçıgil ile
Çok bilgili ve ileriyi gören birisiydi. Her öğrencisine yeteneklerine göre sen şunu yap, sen bunu yap diye çok isabetli tavsiyeler vermişti. Benim bilime olan aşkım da işte 5 yıl boyunca okuduğum bu ilkokulda başladı.
Peki sonraki eğitim hayatınız nasıl şekillendi?
İlkokul bittikten sonra, Paşabahçe’de ortaokul olmadığı için, Beykoz Ortaokulu’na gittim. 7. sınıfa kadar iyi bir öğrenciydim ama sınıfın birincisi de değildim. 7. sınıfta çok kötü hastalandım. Okula gidemedim, rapor aldım. Hastalığın ne olduğunu o zaman bilemediler. Sırayla, Apandisit, verem başlangıcı, Kolit dediler, ve ben eğitim yaşamımda bir yılımı kaybettim. O hastalığın ne olduğunu şimdi bütün dünya biliyor: Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean Fever - FMF).
Bu bir yıllık aranın yaşamınızda nasıl bir etkisi oldu
Çok büyük. Bu hastalıkla yaşamak tek seçeneğimdi ve gene de öyle. Bir yıl sonra okula döndüğümde sınıf arkadaşlarımı bir üst sınıfta görmek beni çok etkiledi. O sene sonunda okulu bitirdiğimde yanılmıyorsam tüm derslerim 10’du. O bir yıllık ara ve FMF ile yaşamak beni niye kamçıladı hala düşünürüm. O kamçılanmayla ben eğitim hayatıma hep başarılarla devam ettim. Vefa Lisesi’nde, ilk parasız yatılı öğrencilerdendim.
Beni en çok etkileyen okullardan biri de buydu. Vefa Lisesi’nde, parasız yatılılar grubuna, Türkiye’nin her yerinden birbirinden zeki öğrenciler seçilmişti. (Resim 3) İstanbul’dan birkaç kişi ve gerisi hep Anadolu’dandı. Benim coğrafya derslerinden öğrenmeye çalıştığım Türkiye Vefa Lisesi’ne gelmişti.
Vefa Lisesi’ndeki eğitim hayatınız nasıl geçti?
Vefa Lisesi’nde de başarılı oldum. Hocalarımız çok bilgili ve yetenekliydiler. Ne yaparsan yap, onları hoşnut etmek çok zordu. İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) giriş sınavlarında birinciliği 3 puanla kaçırdımdı. Matematik hocam, Hayret Özmutlu, ikinci geldim diye kızdı bana. Biliyordum beni sevdiğini ve neden kızdı gibi göründüğünü. Hayret Beyin bu huyu bana da geçti. Benim de öğrencilerime, neden daha iyi yapmadılar diye, kızdığım çok oldu.
Başarılı oluyorsun ama ondan sonra ne yapacağını bilmiyorsun. Bilim yapmak istiyorsun ama nasıl yapacağını bilmiyorsun. Girdiğim sınavlar benim geleceğimi tanımladı. İTÜ inşaat mühendisliğinde iki hafta okudum. İkinci haftanın sonundayken yurtdışında burslu okumak için daha önceden girdiğim sınavların ikisinden de olumlu yanıt geldi. Birisi Almanya’da Maden Mühendisliği, öbürü de Amerika’da Seramik Mühendisliği içindi. ABD’de John F. Kennedy yıllarıydı ve hepimiz o dönem Kennedy’e hayrandık. Ben o hayranlıkla seçimimi Amerika’dan yana yaptım. Sümerbank’tan burslu olarak ABD’ye gittim.
Biraz Amerika’daki eğitim hayatınızdan bahseder misiniz?
Seattle’da Washington Üniversitesi’nde Seramik Mühendisliği okudum ve birincilikle bitirdim. Ancak, Kimya Mühendisliği Bölümü’nden de en zorlu dersleri aldım. Bunun yararını ilerideki seçimlerimde gördüm, özellikle Princeton Üniversitesi’nin Kimya Mühendisliği Bölümü’ne katıldığımda. Seattle’dan sonra California Üniversitesi, Berkeley’e geçtim ve malzeme bilimlerinde iyi çalışmalar yaptım. Sonra Xerox şirketinde iki yıl çalıştım ve Sümerbank’a olan borcumu ödedim. Sümerbank benim doktora yapmama ve öğretim üyesi olmama izin vermemişti. Haklıydılar. O nedenle, önce borcumu ödedim, sonra da ülkeme dönerek 1975 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladım. Sonrasındaki 5 yıl belki de Türkiye’nin en kötü yıllarıydı. Darbeler oldu, ölenler gördüm, birbirini kıskananların savaşlarını gördüm. Eşim ve 2 çocuğumuzla baktık ki bu iş olmayacak Amerika’ya döndük. Benim için bu dönüş hala hüzünle hatırladığım bir anıdır.
ODTÜ yıllarında Çanakkale Seramik Fabrikaları’na yapılan bir gezi sırasında.
Çocuklar, Evin ve Emre Aksay ODTÜ yıllarında (1975-80).
Amerika’ya döndükten sonra kariyeriniz nasıl şekillendi?
Amerika’ya döndükten sonra önce California Üniversitesi, Los Angeles’de 2 yıl, sonra Seattle’daki, öğrencilik yaptığım, Washington Üniversitesi’nde, 9 yıl öğretim üyeliği yaptım. 1992 yılından beri de Princeton Üniversitesi’nin Kimya ve Biyoloji Mühendisliği Bölümü’ndeyim ve hala orada emekli olarak çalışmaya devam ediyorum. Zor da olsa, inançlı olarak çalışınca zorluklar aşılabiliyor. Bunun örnekleri çok. Bu denli adanmışlıkla çalışırken akademik hayatla özel hayat dengesini nasıl kurdunuz? O da pek zor değil. Önce eşinizin ve çocuklarınızın sizi anlaması gerekiyor. Bu zor ancak olası. Kanımca bu nedenden, oğlum, Emre de bilim adamı oldu. Kızım, Evin ilk okul öğretmeni oldu. Öğrencilik yıllarında evlendiğim ilk eşimi genç yaşta kansere kaybettim. Çok yıkıcı bir dönemdi. O yıllarda Koç Üniversitesi’nde bulundum. Aile sevgisi, bilim sevgisi insanları hayatta tutan, direncini artıran, en kuvvetli etkenler. Eğer yetkinliğiniz varsa bilim insanı olmak, öğretmen olmak belki de insanların severek, huzurla yapacağı en kolay işlerden biri. Kolay olması da şuradan geliyor: Başarılı olmak için yalan söylemene gerek yok. Doğanın gerçeklerini öğrenmeye çalışıyorsun. Gerçekleri bulamayan, bulsada anlamayan kişi bilim yapamaz. Doğanın ne olduğunu anlayamaz.
Çalışmalarınızı incelediğimizde doğadan çok esinlendiğinizi görüyoruz….
Sümerbank bana seramik mühendisi olma görevini verdiğinde, benim ilk yaptığım iş seramik mühendisliğinin ne olduğunu öğrenmekti. On sekiz yaşındaydım. Bilgim sınırlıydı. Lise eğitimimde matematik, fizik, ve kimya konularını iyi öğrenmiştim. Biyoloji dersi almamıştım bile. Bir akademik asker olarak, gittim görevimi yaptım. Ancak, öğrenmek bitmiyor. Sonra, baktımki benim öğrendiğim ve öğrettiğim seramik mühendisliği, malzeme bilimi doğanın yaptığı biyolojik seramik mühendisliğinden çok geride. Doğa seramik olarak kemiklerimizi üretiyor, dişlerimizi üretiyor. Kimi bakteriler (magnetotactic bacteria) nanometre boyutlarda magnetik seramik kristaller üretiyor. Bu tür örnekler üzerine son 30-40 yılda kitaplar yazıldı. Başı çeken biyologlar malzeme bilimcilerini yardıma çağırdı. Bu çağrıya yanıt verenlerin sayısı çok az. Gereksinim duyduğumuz bir çok malzemenin en mükemmel tasarımını biyoloji yapıyor. Çok basit bir örneğini Science 273 (1996)’da anlattık. Aradan 28 yıl geçti. Bu örnek ve bunun gibi bir sürü örnek henüz yapılamadı. Biz de yapamadık. Yaptık diyenler çıktı. Hayır, yapamadılar. Biyolojik seramik mühendisliğini henüz yapamıyoruz, çok az anlıyoruz. Benim doğadan esinlenmemin nedeni bu.
Koç Üniversitesi’ndeki NanoTR-18 toplantısındaki konuşmacıların konusu olan malzemelerin kimini doğa daha üstün niteliklerle yapıyor. Örneğin, seramiklerin kırılma tokluğunu artırmak istiyorsanız, önce kemiklerimizin kırılma direncinin 2000 J/ m2‘ye yaklaştığını bilmek çok önemli. Bizim ürettiğimiz seramiklerin kırılma direnci 20 J/m2 olduğunda büyük başarı sanıyoruz. On değil, yüz değil, bin kat geride olduğumuzu öğrencilere anlatmamız ve onlardan geleceğin ne olabileceğini düşünmesini istememiz gerekir. Gelecek bu.
Sizce gerek bilim dünyasında gerek çalıştığınız alanda sıradaki büyük gelişme nedir?
Kanımca malzeme sistemlerinin gelişmesi biyolojik sistemlere benzerlik yönünde olacak. Evren yaklaşık 14 milyar yıllık bir oluşum.
Büyük patlamayla başlıyoruz. Başka gezegenlerin olduğunu da biliyoruz. Oraya kadar gitmeye gerek yok. Malzeme tasarımı ve üretimi için doğanın malzeme üretim yöntemlerinden öğreneceklerimiz var. Kendimiz yaşayan malzemeyiz. Ağaçlar da öyle. Yukarıda kemiklerimizi, dişlerimizi örnek aldım. Bizim yaptığımız bilim, bu doğanın yaptığı malzeme üretiminin çok ufak bir parçası. Nasılsa doğa yapıyor, biliyor diye durmamak gerekir. Doğanın yaptıklarını nasıl yapabildiğini anlamamız, bizleri ileriye götürecek. NanoTR-18 Konferansı’ndaki konuşmaların çoğu da öyleydi. Bu tür çalışmaları içtenlikle yapmak, anlamak bizim takip edeceğimiz en değerli yollar. Sonunda, ayrıntıların ne olacağını bilmek zor; ama bilim öncülüğünde yürüyen ülkeler bence en ileri ülkeler olacaklar, olmaya devam edecekler.
Bu yolda yürüyen genç bilim insanlarına ve bilim insanı adaylarına tüm bu deneyimlerinizden hareketle neler önerirsiniz?
Ben hep Atatürk olmasaydı ben de olmazdım derim. Atatürk eğitime, bilime çok önem vermişti. Ben de bu yola çıkacak olanlara önce iyi bir eğitimden geçmelerini öneririm. Fizik, kimya, matematik, mühendislik, ve biyoloji; bu dalları derinine öğretmemiz gerekiyor öğrencilere. Bunları öğrenir ve kendileri de uygulamaya başlarlarsa, sorularımın ufak bir bölümüne ben nasıl yanıt veriyorsam onlar da verecektir. Bilim sorgulamaktır, yeni gerçekler öğrenmektir, uygulamaktır, ve bu gerçekleri anlatmaktır. Bilim yoksa, sorgulama yoksa kalkınamazsınız. Hiçbir devlet ve hiçbir toplum bilim ve sorgulama olmadan kalkınamazsınız. Kalkınma sadece bilimle olacak.
Röportaj / Interview by: Gamze Ünal
Fotoğraflar / Images by: Oğuzhan Dağıstanlı